GAFLET UYKUSU - NEVİN KILIÇ
Hani “gaflet uykusu” derler ya, bu dünyadaki hayata; herkes bir acıyla uyanır günün sabahına. Her şeyin bir yalan olduğunu, hayatın dünyada gördüğümüz bir rüyadan ibaret olduğunu söylerler. “Bu dünya bir yalan, biraz da sen oyalan” deriz. Sevdiklerimizin acısıyla burkulan yüreğimizin taşıyamadığını sandığımız yükü, aslında hiç bitmez. Sevdiklerimizin mezarı, yüreğimizin derinliklerine gömülür. Unutulmaz, unutmak isteseniz de […]

Hani “gaflet uykusu” derler ya, bu dünyadaki hayata; herkes bir acıyla uyanır günün sabahına. Her şeyin bir yalan olduğunu, hayatın dünyada gördüğümüz bir rüyadan ibaret olduğunu söylerler. “Bu dünya bir yalan, biraz da sen oyalan” deriz. Sevdiklerimizin acısıyla burkulan yüreğimizin taşıyamadığını sandığımız yükü, aslında hiç bitmez. Sevdiklerimizin mezarı, yüreğimizin derinliklerine gömülür. Unutulmaz, unutmak isteseniz de unutulmaz. Hayat hatırlatır, anılar canlı tutar. Yaşananlar, pişmanlıklar, yaşayamadıklarımız ve yarım bıraktıklarımız…
“Her ölüm erken ölümdür” derler ya, ne kadar da doğru. İşte o zaman keşkeler dilimize sarar, gözyaşlarıyla dökülür. Özel günlerde, gecelerde en çok kendini hissettirir. Ateş düştüğü yeri yakar; sevdiği birini kaybeden insanın yüreğinde kırk mum yanarmış. 40 gün boyunca her gün bir mum sönermiş. 40. günün sonunda bir mum kalırmış ve o kalan mum asla sönmezmiş. İnsan, yüreğinde o mumla, ölene kadar yaşamaya devam edermiş.
Zaman, her şeyin ilacı diye boşuna dememişler. Ya da “gözden ırak olan gönülden de ırak olur”, demek ki zaman, bu anlamda her şeyin ilacıdır. İnsan ömrü boyunca kalan tek mumla yaşamaya alışır. Korlaşmış ateş zamanla azalır, küle döner. O küldür, yürekleri yakan. Biz hatırlayarak, dualarla ve gözyaşlarıyla yakarız, o küllerden alevler oluştururuz. Sonra gaflet uykusuna tekrar dalarız. Dünyaya, hiç ölmeyecekmişiz gibi sarılırız. Buna da hayat deriz.
Unuttuğumuz, ya da umursamadığımız tek bir gerçek vardır: O da ölüm. İnsanın gözünü doyuran tek şey bir avuç topraktır. Söze gelince, her şeyi yaparız. Ahkâm keseriz, alırız, veririz. Bizden iyi, dürüst, yardımsever, inançlı, sevecen kimseyi tanımayız. Ama iş uygulamaya gelince, ortada kimseyi bulamayız. Gerilerde kalırız, saklanırız ki kimse görmesin. Her şey gösterişten ibarettir. Sanki onları söyleyen biz değilizdir. Lafta bol keseden atmayı, başkalarını suçlayıp yargılamayı çok rahat yaparız. Dünyada tek iyi varsa, o da bizizdir.
Tabii ki, değer verdiğimiz, sevdiğimiz birini kaybedene kadar… O zaman beynimizi resetleriz; her şey dibe vurur. Etkisi geçene, acısı dinene kadar. Sonra hayata kaldığımız yerden devam ederiz, daha hırslı bir şekilde dünyaya sarılırız. Hiçbir şey olmamış gibi, o kadar acıyı yaşamamış gibi.
Kimi yokluktan yiyip içemez, alacak parası yoktur; kimi de çok zengindir, parasının servetinin hesabını bilemez, fakat diyetlere mahkûmdur, yiyip içemez. Oysa dünyada ne yersen ye, midenin alabildiği kadar alırsın. Ne garip değil mi?
İnsanoğlu hep açgözlüdür, hep “bana” der. Doymak bilmez. Bu dünyadaki fakirlik de savaşlar da zenginlerin gözünü doyuramadığımızdan değil mi? Oysa paylaşarak, yardımlaşarak, fitre ve zekâtları doğru vererek, dürüstçe vergileri ödeyerek, dünyadaki bütün fakirlikler ortadan kalkmaz mı? Yeter ki herkes sözü kadar özünde dürüst olsun. Sözde herkes dürüst, ama her şeyin hilesindeler ne yazık ki. Hepsinin sonu ölüm ve bir avuç topraktır. Dedim ya, biz sadece söyleriz ama yapmak kısmını hep başkasından bekleriz.