MEMLEKETIMDEN ÖYKÜLER - Hatem TÜRK
Bir kısmı şose bir kısmı tarla yolu olan 8-10 kilometrelik mesafeden sonra köyümüzün mesire yeri Terelik’e geldiğimizde güneşin ilk ışıklarının bizden önce vardığını gördük. Burası bizim gibi yakın köylerin dışında civar birkaç ilçedeki ehli keyif insanların özellikle hafta sonları içki içmek, mangal yakmak için uğradıkları bir yerdir. Uzun bir kanyon vadinin her iki tarafında bulunan […]
Bir kısmı şose bir kısmı tarla yolu olan 8-10 kilometrelik mesafeden sonra köyümüzün mesire yeri Terelik’e geldiğimizde güneşin ilk ışıklarının bizden önce vardığını gördük. Burası bizim gibi yakın köylerin dışında civar birkaç ilçedeki ehli keyif insanların özellikle hafta sonları içki içmek, mangal yakmak için uğradıkları bir yerdir. Uzun bir kanyon vadinin her iki tarafında bulunan dik kayalıkların içinden çıkan tatlı suların oluşturduğu ırmak adeta balık kaynar.
Çocukluğumuzdan beri sürekli geldiğimiz bu vadinin başında kocaman bir çayırlık; bu büyük alanı adeta bir kale gibi saklayan kayalıkların bazı yerlerinde ise su kaynakları bulunmaktadır. Bizim gibi her kafile bu kaynaklardan birini tutarak akşama dek burada eğlenir, dinlenir ve beraberinde getirdikleri oğlakları saç kavurma yapıp yerler.
Burada hayat bambaşkadır. Herkes yaş gruplarına göre ya yeme içmeyle ilgilenir ya büyük çayırlıkta oyun oynar ya da ırmağın gizemli kaynağına doğru heyecanlı olduğu kadar da ürpertici yolculuğa çıkarlar. Vadi, zaman zaman sık çalılık ve kuytu kaya mağaralarıyla doludur.
Kaçıncı kez gelirseniz gelin her seferinde burayla ilgili inanılmaz öyküleri duyarsınız. Kayalıklarda gezen büyük dağ keçilerinin dışında geyiklerle, arıların yüksek kısımlara yaptığı ballarla ya da define ile ilgili olanlar en dikkat çekici anlatılardır.
Irmağın kısmen insanın göğüs hizasına gelen derinliklerinde serinlemek, su kaynaklarında yoğunlaşan öbek öbek su terelerini izlemek ya da kayalıklara tırmandıktan sonra herkesin sofra etrafında toplaşması daha başka bir âlemdir. Buradaki tüm duygular o sofra başında birleşir ve zirve noktasına ulaşır.
Bizler, buranın yerlisi olmanın birtakım önceliklerinden yararlanırız. Buraya önce gelmek, en son gitmek, en iyi konumu almak, gezilecek en iyi yeri bilmek bunlardan bazılarıdır. Yabancı misafirler gelir gelmez buranın büyüsüne kapıldıkları için böyle şeyleri de pek düşünmezler zaten.
**
O günkü gezimizin başka bir anlamı daha vardı. Aylardır geleneksel Türk okçuluğu kursu aldıktan sonra bugün hem açık havada menzil atışı yapacak hem de eğlenecektik. Köydeki ceviz ağaçlarının altında 20-25 metre uzaklıkta çalışmıştık. Burası menzil atışı için idealdi. Çünkü ok atabileceğimiz yerin arka tarafı 800 metreyi bile geçiyordu. Oysa aramızdaki hiç kimse 350 metreyi görememişti.
Arabamızı çayırlıkların henüz başlamadığı yerdeki ağaçlıkların altına park ettik. Çoğunluğu çocuk on beş yirmi kişiydik. Büyüklü küçüklü herkes ok malzemelerini sırtlayıp heyecan içinde alana doğru ilerledik. Çocukların kiminin elinde yaylar, kiminkinde putalar, kiminde oklar, yemek kapları ilerlerken gözlerim herkesten ayrı çocuğunun elinden tutup ırmak boyuna doğru hızla ilerleyen Şemo’ya takıldı. Ben herkesten geride kalıp arabayı kilitleyip gidiyordum. Şemo’nun yaptıkları bir anda beni bulunduğum yere mıhladı. Bu kadarı olamazdı. Bunu çocuğuna yapamazdı. Hayal kırıklığımın nedeni onun akrabası, arkadaşı olmamdan değil bir öğretmen olarak gelişim dönemindeki çocuğuna yaptığı anlamsız koruma duygusuyla verdiği zarardı.
Bütün çocuklar heyecan içinde yaptıkları sporun gereği olarak birlikte hareket ediyor ve paylaşıyorlardı. Oysa Şemo, çocuğunu sanki ağır iş koşullarından kurtarmak için koruyormuş gibi herkesten uzaklaştırıyordu. Gözlerim titreyerek uzun uzun takip ettim. Her ikisi de başını kaldırmadan hızlı adımlarla ok meydanına doğru ilerliyordu. Diğerleri cıvıl cıvıl olmuştu. Kimisi yorgunluktan kendini yere atmış, kimisi ok atmak için sabırsızlanıyorken kiminin gözleri ise yemek kaplarındaydı.
Herkes toplanınca Osman Hoca’nın talimatıyla puta yerleştirilip yaylar kuruldu. Yay ve oklarını eline alan meydandaki yerine geçti. Hocanın talimatıyla önce egzersizler yapıldı, sonra atışlara geçildi. Benimse bir gözüm hep Şemo ile oğlu Sadık’ı izliyordu. Şemo yavaş yavaş gruba dahil oldu. Kalabalığın içinde kendisini çok iş yapıyormuş gibi gösterme telaşındaydı.
Çocuklarını Türk okçuluğu kursuna veren aileler genellikle yaş grubuna uygun bir yayla 15-20 adet de ok ısmarlıyorlardı. Hocanın ısrarlarına rağmen Şemo’nun buna yanaşmadığını da o gün öğrendim. Sadık, durumu iyi olmayan birkaç çocuk gibi hocanın eski malzemelerini kullanıyordu. Oysa ben çok iyi biliyordum ki Şemo hali vakti yerinde biridir. Her şey gibi yayın da en kalitelisini alacak güçtedir.
*
Gün boyunca bir yandan çocukların hengâmesine karışmaya çalışırken diğer yandan da Şemo ve ailesini düşündüm. Zaman zaman da gözlerim Sadık’a takılıyor, onun için üzülüyordum. Her hareketinden onun da babasının kendisine biçtiği hayatı kabullendiğini anlıyordum. Öğlen yemeği saati geldiğinde herkesin evinde irili ufaklı bir şeyler getirmesine rağmen Sadık’ın hiçbir şey getirmediğine şahit oldum. Oysa annesinin onu çok sevdiğini ve en güzel yemekleri, pastaları yapabilecek biri olduğunu da biliyorum.
O günü hep dalgınlıkla geçirdim. Bir ara ortaokul öğretmeni Abdullah Hoca’ya yanaşıp Sadık’ın okul durumunu sordum. O da hemen hemen aynı konulardan şikâyetçiydi. Şemo’nun Sadık’ı aşırı korumasından, onu diğer çocuklardan uzak tutmasından, ödevlerine yardım etmemesinden, okula diğer çocuklarla gelmesini engelleyip kendisinin traktörle getirip götürmesinden, okuldan istenilen eşyaları bir türlü almamasından oldukça dert yandı. Oysa ben biliyordum ki Şemo’yla Gülperi’nin tek çocukları olan Sadık için ailesinin yapamayacağı bir şey yoktu. Öte yandan sekiz on sene önce eşi vefat eden Sadık’ın dedesi de kendileriyle yaşıyor ve o da Sadık’ı çok seviyordu.
**
Sadık’ın dedesi köylülerce pek sevilmeyen bir adamdı. Sekiz çocuğundan yalnız Şemo kalmıştı yanında. Geri kalanları bir şekilde İstanbul’a postalamıştı. Onların köyde kalıp kendisinden tarla istemesine engel olmuştu.
Köyün en fazla tarlası kendilerinin olsa bile ekip biçmezler yalnız devletin verdiği tarla parasıyla geçinirlerdi. Tarlalarını da icara verdiklerinde icar parasıyla ekip biçeceklerinden daha çok kazanırlardı. Çünkü ekip biçmek için çalışmak, mazot, gübre, tohum almak gerekirdi. Irgat tutmak gerekirdi ama bunlar ona yanaşmazdı. En iyisi hazır geliri yemekti.
Seneler önce başkasına ait arazinin üzerine yaptıkları evde öğlen saatlerine dek yatarlar, günün geri kalanını ise kapının önünde oturarak geçirirlerdi. Dede ise öğlen saatinden akşama dek burada oturup gelene gidene gençlikte yaptığı kahramanlıkları, iyilikleri anlatır, köydeki insanların kötülüklerini tekrarlardı. Evin her türlü düzenini sağlayan kişi bu Sami Dede’ydi. Söylediklerinden dindar olduğu anlaşılan Sami Dede’nin cuma namazına gitmemesini ise köylüler, yaşlı bakım aylığının kesileceğinden korkmasına bağlıyorlardı. Bu kadar zengin olmasına rağmen devletten âciz maaşı almasını affetmeyen köylülerden bazıları ondan yüz çevirmişti.
Sami Dede gün boyunca kapının önünde Sadık’la oturur, bir şeyler anlatırdı. Ona bisiklet ve güzel kıyafetler almıştı. Babasının ona traktör kullanmayı öğretmesini sağlamıştı. Anlaşılan Sadık’ın okula devam etmek için şehre gitmesi onun işine gelmiyordu.
**
Terelik’in en güzel köşesi sayılan Teke yarığının yanı başındaki çift gözede tavşankanı çaylarımızı yudumlarken buraların sayısız insanlara ve olaylara şahit olduğunu düşündüm. Kim bilir ne öyküler anlatıldı burada. O öykülerin her biri rüzgârın yerden alıp gökte gevşettiği şu toz duman gibi yayıldı durdu… Bizimkisi ne ki.