Yaranın İçinden Sızan Işık
Başta vatanımızın başı sağ olsun. Şehitlerimizin ailesine ve Türk Silahlı kuvvetlerine baş sağlığı,sabırsızlıklar dilerim.
VATAN SAĞ OLSUN !!!!!!
Yara…
İnsanın içindeki en eski kelimelerden biri. Dokunduğunda acıtır ama aynı zamanda en çok oradan öğreniriz kendimizi. “Yara öyle bir yerdir ki, ışık oradan sızar içeri” diyor Mevlânâ’ya atfedilen o derin söz. Birçoklarına göre mistik bir çağrışım; ama biraz dikkatli bakınca, bu söz hem dinin hem toplumun hem de insanın kendi iç yolculuğunun özeti gibi.
Acının Dili: İnsanın Kendini Tanıma Kapısı
Modern çağ bize sürekli “güçlü olmayı” öğütledi. Acıyı gizlemeyi, kırılganlığımızı saklamayı, her düştüğümüzde “yok bir şey” demeyi… Oysa dinin öğrettiği insan tipi, acısını inkâr eden değil, onu anlamlandıran insandır.
Kur’an’da defalarca yinelenen bir ilke vardır: “Şüphesiz her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.” (İnşirah 6).
Zorluk ve kolaylık yan yana yaratılmıştır. Yara ile şifa aynı bedende taşınır. Bir insan ne kadar çok acıdan geçerse, o kadar genişler kalbi; çünkü acı, kalbi eğitir.
Peygamberler de en çok yara alan insanlardı. Hz. Eyyûb sabrın, Hz. Yusuf ihanetin, Hz. Muhammed (s.a.v.) kaybın ve direnişin örneği oldular. Her biri yaralarıyla büyüdü, yaralarından nur sızdırdı. O yüzden İslam’da yara, cezadan çok davettir: “Rabbine yönel, kendini arıt.”
Yaranın Anlamı: Nefsin Perdesi Yırtılırken
İslam alimleri yara, insanın içine açılan bir deliktir. Nefis dediğimiz o kalın kabuk, ancak acıyla çatlar. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde geçen “Ney’in feryadı, ayrılıktan doğmuştur” cümlesi, aslında bu yaranın sesidir.
Neyin içi oyulmasaydı, ses çıkarabilir miydi?
İnsan da öyle… İçinden bir şey eksilmeden ses veremez dünyaya.
Yara, insanın içinde bir boşluk bırakır; ama o boşluk, Yaradan ile bağ kurduğu yerdir. Modern insan o bağı kaybettiği için, yaralarını sadece ilaçla, terapiyle, hızla kapatmak istiyor. Oysa kimi yaralar kapanmamalı. Çünkü o yara, bize kim olduğumuzu hatırlatan bir izdir.
Toplumların Yaraları: Birlikten Doğan Işık
Biraz da toplumlara bakalım.
Milletler de tıpkı insanlar gibi yara alır.
Savaşlar, depremler, yoksulluklar, kayıplar… Bunlar sadece istatistik değildir. Her felaket, bir toplumsal travma kadar bir yeniden doğuştur da.
Örneğin deprem… En ağır yıkımların ardından bile o dayanışma anlarını hatırlayın: aynı sofrada yemek paylaşan insanlar, birbirinin çocuklarına sahip çıkan yabancılar, “komşu” kavramının yeniden dirilmesi… İşte toplumsal yaradan sızan ışık tam budur.
Sosyoloji bize şunu öğretir: Toplumun en güçlü bağları, en acılı dönemlerde kurulur. Kriz anlarında insanlar “ben” olmaktan “biz”e geçer.
Tarihimiz de bunun örnekleriyle dolu. Kurtuluş Savaşı, ekonomik buhranlar, salgınlar… Hepsi birer yara olarak başladı ama her defasında içimizden bir dayanışma ışığı doğdu. Çünkü acı, toplumun da vicdanını uyandırır.
Yaranın Kapanmayan Tarafı
Bugün ise yara kavramı neredeyse “zayıflık” olarak algılanıyor.
Sosyal medya çağında herkes kusursuz görünmek, mutlu görünmek, “yarasız” bir hayat sürmek istiyor. Oysa yara, insana insanlığını hatırlatan en güçlü delildir.
Bir yara taşıyorsan, hâlâ hissediyorsun demektir. Hâlâ kalbin atıyor. Hâlâ merhamet edebiliyorsun.
Belki de mesele yarayı kapatmak değil, onun içinden sızan ışığı fark edebilmektir. Çünkü o ışık, bazen bir farkındalıktır; bazen bir tevazu, bazen de bir şükrün kapısıdır.
Yaranın Öğrettikleri
Bir insanın en büyük öğretmeni hayat değil, hayattaki yaralarıdır.
Bir toplumun en büyük gücü zenginliği değil, acılardan sonra ayağa kalkabilme yeteneğidir.
Ve bir inananın en derin duası, genellikle bir yaranın ortasında dökülür dilinden.
O yüzden, belki de şunu kabullenmeliyiz:
Yara, yok edilmesi gereken bir eksiklik değil; içimize ışık taşıyan bir kapıdır.
Ve o kapıdan giren her ışık, bizi biraz daha olgun, biraz daha insanca kılar.
Saygılarımla.